Yaşadığınız yaşamın hakkını yeterince verip vermediğinizden şüphelendiğiniz oldu mu hiç? Şişkin egonuzun size oynadığı oyunlara, yenilmeyecek kadar mütevazı kalkanlarınızı kontrol ettiniz mi son zamanlarda? Ya da, kimseye küçük görünmeden koplekssiz duruş sergileyebilme başarısını gösterip kararında duruş sergilediniz mi tam ayarında?..
Bulunduğunuz mevkilerin elinizden alındığını kısa bir süre için bile olsa düşündünüz mü yakınlarda?
Bilgilisiniz pekala; şöhretlisiniz oh ne ala; paralısınız olala… Bir dakikalığına sizi hiçlik saygı duruşuna davet ediyorum. Bir hiçsiniz bir hiçten daha çok koca bir HİÇ…
Ne oldu ürperdiniz, duygusal boşluğa emanet misiniz yoksa, çıplak ve savunmasız mı hissettiniz? Salın kendinizi gitsin… Tamam eski gücünüzdesiniz eğrisiyle doğrusuyla eski yaşamınızda…
Yaşamın hakkını verecek takatiniz var mı hala? Kendinizle yüzleşmeye gücünüz, ertelediğiniz şeyleri gözden geçirmeye ömrünüz yetecek mi acaba?
Bence yarın erte günler değil şimdi tam da sırası… Neden mi? Çünkü karşınızda yaşadığı yaşamın hakkını verip vermediğini sorgulayan bir örnek varken kendinizi sınamanız için ipucu model değil sadece bir gerekçe var.
Gerçi bu yazıyı yazarak bile beraat ediyorum ne de olsa. Zira yaşamın hakkını verip verememekten şüphelenmek bile yeğdir; yaşadığından şüphe eden birinden.
“Bizim ki de yaşamak mı be; ya da seninki de yaşamak mı be” sözcükleri bile durumu kurtarabilir biraz da olsa? Ama tabi içi doluysa…
Zamanla şahlananlar,bazen kendiliğinden sindirilenler ile üstünüze yapışanlarla peşinden kovaladıklarınızla uğraşır durursunuz… İçinizi susturduysanız duydunuz zilin sesini, susturamadıysanız sirenlere hazırlıklı olunuz. Yaşadıklarımızla yaşamımıza kattığımız; eğerler, meğerler, değerler, ederler ile geçer gider seneler…
Yazgıya katkılarımız olduğunu ileri sürersek; şüphesiz ki bunu gerçekleştirecek olan yaşadığımızı anladığımız yargılarımızdır…
Yaşamın hakkını vermede; İlgi, bilgi, aşk, dostluk, sevgi yaşamımıza bazen sonradan eklediğimiz silip silip yeniden çizdiğimiz kenar süslerimiz? Bazen de yaşadığımız hızla aynı oranda dönen yaşam pervanelerimiz…
Aslında süsü yapan da hızı verende biziz…
Okuyan mı, gezen mi, seven mi, sevilen mi tartışmaları gibi düşünün işte. Okuduklarını hayata geçirmedikten sonra binlerce kitap okumakla kültürlü olunacağı sanan kişi ile; gezdiklerinden gördüklerinden yaşamına biraz olsun bir şeyler kattığı gözlemlenmeyen bir kişiyle karşılaştıysanız maalesef skora tabisiniz. İster sevsin, ister sevilsin, ister birlikte olunsun, ister ayrılsın yaşadıklarından yaşamına kattıkları yoksa ne fayda… Gerisi lafta, berisi yafta…
Sevenler ile bilenlerin gözleri farklı parıldar ve yaşamın hakkını verebilme gayretinde olduklarıdır bu da.
Bunu ancak görebilenler anlar. Diğerleri; pervanenin diğer sacayağı hayıflanma veya ıslıkla üflemeleri ile ilgi kısmını oluşturuyor ki;muhtemelen bunlar malzemenin yetersizliğinden, zamanlama hatasından yakınıyorlardır.
Aksi durumda her oluşa bir bozuluş kaybını verdiğimiz bu dünyada çarkın bir parçası olmamak ve rüzgâr gülü gibi oradan oraya savrulmamak adına bile olsa yaşamın hakkını vermek için daha ne duruyorlar dersiniz? Yaşamın pervanesine kendiniz hakim olmasanız da unutmayın vekilsiniz, bunca terane söze ne gerek derseniz bilmem artık siz şahitsiniz?
Hülya YALIM
Gün gelip çatmış maviliğin en masum ışıklarını saçan cennetinin kapısına yüreğinden yaptığın kilidide katarak zincire vurmuşsan; Sonsuza uzanan karanlık boşluğa başkalaştırmaya çalışırsınız geçmişinizi. Artık amacısınız içinizdeki en can alıcı yerinizde saklı o canınızın içtenliğinizde kaygınız.
Geçmişinizin derinliklerinden mavi balonlar yükselir yaşam denizinin yüzeyine, bu maviş balonlar gerçekliğin ışığını gördükleri anlarda patlarlar mavilikler kanar.
Artık zaman susma zamanıdır, sustukça küçük bedeninizle yaşam denizinin kalabalıklığında yüzmeyi öğrenirsiniz aslında öğrendiğiniz yüzmedede değildir yalnızlığınızdır öğrenilen.
Susarsınız uzunca bir süre öğrendiğiniz yalnızlığımızdır; cıva ağırlığında gümüşi göz yaşlarımızdan o sözlerdir; yaşam bizleri dibe vurduran. Belkide bizleri sonsuz karanlıklara mahkum eden.
Hayat skor tabelası tutmak değildir.
Kaç arkadasınız olduğu ya da kaçının sizi arkadaş kabul ettiği değildir.
Bu hafta sonu için planlarınızın olması değildir.
Hafta sonunda yalnız olmanız da değildir.
Su sıralar sevgiliniz olması değildir.
Geçmişte sevgiliniz olması ya da hayatınıza kaç sevgili girdiği de değildir.
Bugüne kadar hiç sevgilinizin olmaması da değildir.
Sizi kimin öptüğü değildir.
Aileniz ya da onların serveti değildir.
Hangi okula gittiğiniz değildir.
Ne kadar güzel ya da ne kadar çirkin olduğunuz değildir,
Giydikleriniz, ayakkabılarınız değildir.
Ne çeşit müzik dinlediğiniz değildir.
Okul notlarınız değildir.
Ne kadar akilli olduğunuz değildir.
Herkesin size verdiği akil notu hiç değildir.
Hayat standart testlerle tanımlanan kişiliğiniz de değildir.
Hayat bir kâğıda dökülmüş hayat hikâyeniz ve bu hayat hikâyesini kimin
Kabul ettiği de değildir.
Ama hayat;
Kimi sevdiğiniz, kimi incittiğinizdir.
Kimi mutlu, kimi mutsuz ettiğinizdir.
Sizin olanları koruyabilme ya da mahvedebilmenizdir.
Dostluklarınızdır.
Neyi söylediğiniz ve neyi kastettiğinizdir.
Hangi önemli hüküm ve kararları verdiğiniz ve de niçin verdiğinizdir.
İçinizde sevgiyi taşımak, büyütmek ve dağıtmaktır.
Ama en önemlisi, yalnız basına asla gerçekleştiremeyeceğiniz bir şeyi
Yapmak, hayatinizi, başka insanların kalbine dokundurabilmektir.
Başkalarının kalplerini etkileyecek yolu ancak siz seçersiniz.
Ve hayat bu seçimlerdir zaten.
Hayat silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır.
Ve insanlar böyle büyürler… Unutmayın;
Hayata kendimizden ne katarsak, hayattan da onu alırız.
Siz Ne dersiniz.. yanlış mı????
Meğersem yıllarca sürer dediğim yaşam saniyelerden ibaretmiş de farkedememişim.Son ile başlangıç arasındaki o saniyelerde yaşananaları hiçbirimiz bilemiyoruz…O başlangıcı tadacağımız güne kadar da bilemeyeceğiz.O anki çaresizlikle yapmaya çalıştığınız şeylerle umut bağlıyorsunuz yaşama lütfen gitmesin diye…Ama dinlemiyor sizi hayat,sürem doldu diyor artık yeni bir başlangıç yapma vakti.Buz gibi kesildiğiniz anda anlıyorsunuz artık yanınızda olmadığını,ilk başlarda inanmak istemesenizde zamanla inandırıyorsunuz kendinizi.Çünkü o yanınızda olmuyor,seslendiğinizde ”Efendim” diye çağıran biri olmuyor,herşeyde olduğu gibi yaşananlar değil de yaşayamadıklarınız koyuyor size…Acaba sorusu beliriyor kafanızda,”Acaba” doyabildim mi? Ama doyamıyorsunuz ve ne kadar yaşarsak yaşayalım doyamayacağız birbirimize…Ve bu son -başka bir anlamla bu başlangıç- destek olanların gerçek gücünü gösteriyor size..Ayakta durmanızı sağlayan kişiler..”ya onlar olamasaydı” diyorsunuz kendi kendinize..İyiki varlar iyiki..O kadar acı arasında mutluluk veriyor size.Sen mutluysan ben de mutluyum diyen dudaklar sevgiyi gösteriyor size…Onlar mutluysa ben de mutlyum ve ”mutlusun,mutluyum,mutluyuz”
Ama önceden yapılan hataların acısı elbet birgün çıkıyor insanın karşısına..Yapılmaması gereken yanlışlar..Hiç affetmiyorsunuz kendinizi ve ”dostunuzun” haklı olarak size olan dargınlığın gün yüzüne vurması oluyor sonucu..Seviyorum onu gerçekten seviyorum,,değerini beki geç anladım ama gerçekten çok değerli..Konuşamamamın acısı bile yetiyor size..Ve ben ona sevdiğim bi sanatçıdan sesleneceğim:
”Cihanda kaybolan yıllarım ve içine düştüğüm feci günahlarım, sakladığım sevaplarımla yaşadım, Faciaların bedelleriyle ağladım, ben anladım, karikatür komedya koydum adını buranın,ben parayla geç tanıştım, çok güzeldi aşık olamadım, yine de vardı kalbini çaldığı dostlarım, Ben onunla “merhaba” sohbetinde kaldım, yüz göz olamadım, aldattığı dostlarımda merabalaşırım, yağmalanmış her taraf ve hibme olmuş ber taraf, kadim bedenler işgüzar seçil ve seç civarlarında tek mi kaldı? dudaklarımda bal yok, oysa tek dilekti mutluluk.
Sönen mumun emanetiydi gözüme sanki karanlık, dönen şu dünya sanki taş ve biz içinde çorbalık, katıksız iyiyi bulana dek mi sürecek tek devamlılık beddua, kötüyü servis edene sordum, biz doğarken dargındık, hoş seda duyun sabah bir martı uçurun gökyüzünden, hediye edilen günlerinde bir duacı ol uluya anlaşılmadan kapanmasın, o gözlerin sulanmasın darbeler yesen de yüreğine affetmek en asil intikam, varsa bir duvar dayan, yoksa bir duvar yarat, karanlık olduğunda mumdan bir güneş yarat, kanatların kırılmasın, umutların nicesi 24 karat, belki talan olan o manzaran tedavi acizi, ya belki kalanı hür tutan ümit tebessümünde yaralı kim bilir? Sen sefilse duygular, ömrün yarısı yalpalar, zamanda doğar o anlar ya da bir anda yok olurlar, kalleş olsa dahi bir an için o yadigar dostlar, etme ses ve affet, bir gülücük haşlar, gözlerinde damla yaş var, bir hüsran aldı can hicranla kanar.”
Herkesin yaşamak denilen bu haylaz çocuğa söyleyecek bu kadar çok sözü varken susması garip değil mi sizcede?Sebebi çok açık çünkü çoğumuz yaşama hakkını vermeden önce mızıkçılığı bırakıp bize hakkımızı vermesi gerektiğini düşünüyoruz…Ama öyle görünüyorki uzayacağa benzer tutuştumuz LADES…Çünkü biz onun karmaşasına kapılırken o hiç bir şeyi unutmuyor ve biz ne zaman ‘şimdi tamda şu an’ dediğimiz de AKLIMDA yanıtı yapışıyor tokat gibi yanağımıza… y-a-ş-a-m ın beş parmağının izi varken suratımızda göremediğimiz gerçeklerde var aslında…Yalnızca nefes almak bile bu “çarkın bi parçası”…ve yaşadığız sürece bu oyun bitmeyecek…İyisi mi bizde ödün vermeden kendimizden uyum sağlaYALIM bu oyuna(?)
Evet, bu şımarık çocuğun arkadaşlarıyız hepimiz…Eğer o vermiyorsa hakkımızı biz verelim ona hakkını…Bize sundukları için teşekkür edelim, hatalarımız için özür dileyelim,cömertliğini kabul edelim…ve ne olacak hep beraber görelim…