Sevdiği adamın sözlerinde kendini şiir olarak görmek,bir kadın için en değerli hediye olsa gerek. Şiirden, gazelden,güfteden oluşan bu hediyeyi hangi tarih eskitebilir… Hangi devrim yıkabilir…Hangi din veya dil reddedebilir…
Bu hediyeye sahip olan, ancak; ismi olup, cismi olmayan, şairlerin çoşkun duygularını örtük ifadelerle söylemek yerine, belli ki; bilinen hiçbir isimle örtüştüremediklerinden, farklı isimle seslendikleri ilham kaynağı kadınlara, günün anlam ve önemine binaen, yer vermek istedim.
Sözünü ettiğim, şairlerin eşsiz şiirlerinde belki de deşifre olur korkusuyla, hiçbir ismi çağrıştırmaması adına ve elbette en çok da, sakıncalı durumlar sebebiyle nedense kendilerine hep de yabancı isimde yer bulan kadınlardırlar bunlar?
“Hani bir sevgilin vardı yedi sekiz sene önce bir suçlu gibi sana selam söyledi…”Kimi sevsem sensin” tarzı isimsiz cisimsiz şiirlerden farklıdırlar bunlar…
Geçtiğimiz günlerde Özdemir Asaf ? ın şiirlerine konu olan Lavinia ? nın, gerçek kimliği deşifre oluncaya dek, kimsenin aklına bu kimliksiz kadınların gerçek kimliklerinin ortaya çıkacağı, eminim gelmemişti. Çünkü bu kadınlar,sanki mitolojideki Athena, Afrodit gibi; ilk ana Havva gibi; ya da Huri,Peri gibi kulaktan kulağa gelen birer efsaneydiler.
Dolayısıyla isimlerine karşılık gelecek olan, herhangi bir yüz, imgelem yoktur. Onlarla ilgili bilinen şairin aşkını anlatmakta tercüman olacak bir isim olduklarıdır. Belki de tek bu nedenle de olsa, sadece hayali bir sevgili olarak kalmalılar.
Özdemir Asaf? ın “adını gizleyeceğim sen de bilme Lavinia” dediği sözlerin ne önemi kaldı şimdi? Bu şiirle kimbilir kaç kişi sevgilisini düşündü, şimdi sırrı çözüldü yazık ki? Kime yazıldığının bilinmesi şiirin kendine has gizem perdesini aralar. Böylece şiir sadece kimliği belirlenen kişiyle özdeşleşir bir anlamda.
Ne olur bize Orhan Veli’nin Edith Almera ‘ yı, Asaf Halet Çelebi ‘inin Mariyya ‘ yı, Ahmet Muhip Dıranas ‘ın Olvido ‘yu, Cemal Süreya ‘nın Üvercinka ‘yı , Sezai Karakoç ‘un Monna Rosa ‘yı , Can Yücel ?in Tiremens?i kime niçin yazdığını çok önemli bilgi gibi vermesinler? Hatta eğer mümkünse; yazılan kadınla ilgili ne kadar farklı rivayet varsa hepsinden söz etsinler. Tıpkı Meryem ?in Afrika da zenci Germen toplumlarına sarışın olması gibi, Doğu da Doğu, Batı da Batı beğeni ölçütlerine göre (Doğu’da hoyrat Batı’ da modern v.b)verilmesi bile bundan yeğdir.
Şairin şiiri kimin için yazmış olduğunun şair için önemi var; okur içinse, ne kadar farklı simalar cerayan ederse o şiirle ne kadar dağılırsa zihinde o kadar iyi?
Attila İlhan ‘nın farklı isimlerle simgelendirdiği Karantinalı Despina, Maria Missakian, Hannelise, Waldorf Astoria ve elbette İnge Buckhart gibi kadınların gerçek kimliklerinin bilinmesi, şiirin soyutsal yönünden somut bir karaktere dönüşmesinin, sadece magazin değeri var ama o kadar.
Zaman ve mekan kavramlarının çok ötesinde duran bu şiirler, nice değerli taşı eskitecek derecede, binlerce dilden, binlerce yüreğe hece hece söylenen dua gibi etkilidirler aslında…
Burada şairlerin sözlerinde imbikten geçen kadınlar,birtakım yabancı isimlerle sembolleştirilerek kendini gösterirler ama kadını anlatan her şairde, sadece kendinin bildiği sırra kadem olan ancak;hayaliyle vucut bulan o şiir tesiri hiçbir zaman geçmeyen adeta bir sihirdir.
Hayat başka bir yönden görünür şairlere,o kadınlar maşuk, onlar hep aşıktırlar. Bu aşkı yansıtırken gönül tellerini titretirken onlar da erirler. Bu şairlerin yüreklerinde kimbilir kaç iklim,kaç şiirle; kaç kadın,kaç isimle saklıdır.
O mahurlar böyle güzel şiirleri kadınlara yazarken,merak etmesinler onlar müjganla ağlaşırken;bilseler de, bilmeseler de bu kadınlar; onları hiçbir zaman yalnız bırakmazlar…
Hülya YALIM
Sezai Karakoç bir kıza aşık olurama bunu ne o kıza ne de başka birine anlatabilir.kız bi şeylerin farkındadır ama emin değildir.en yakın arkadaşı sezai karakoç’un şiire olan merakını biliyordur ve bir davete katılması için ısrar eder.o da kıramaz ve katılır.programı sunan da o arkadaşıdır.gecenin sonuna doğru söze başlayan arkadaşıaralarında da güzel şiirler yazan birinin olduğunu söyler ve sezai karakoç’u sahneye davet eder.sıkıla sıkıla çıkar karakoç ve mona rozayı okumaya başlar.kız da ordadır ve nişanlanmıştır.emindir artık emin olamadıklarından.bakışırlar bir süresonra karakoç daha fazla dayanamaz ve koşarak sahneyi terkeder.kız arkasından koşar hemen.yetişir karakoç’a.parmağındaki yüzüğü göstererek der ki; “bir tek sözüne bakarçıkarıp atarım”.sezai karakoç da “artık senin aşkın benimkine yetişemez” der. o gece kız intihar eder ve karakoç da bu şiirin ikincisini yazar…
MONA ROSA II-ÖLÜM VE ÇERÇEVELER
Bir lâmba yanıyor hafif ve sarı;
Garip bir yolculuk tren ve Gülce.
Bir hançer bölüyor ah rüyaları:
Bir rüya bir hançer bir el; ve ve ve…
Lâmbalar yanıyor hafif ve sarı;
Gece kar yağacak sabaha kadar.
Toprakta et kemik çıtırtıları…
Yarı ölüleri bir korku tutar
Değince bir taşa kafatasları.
-Ölüler ki yalnız tırnakları var
Ve yalnız burkulmuş diz kapakları…-
Bir lâmba yanıyor hafif ve sarı;
Açıyor elini göğe bir kadın.
Uzuyor uzuyor altın saçları
Uğrunda ölünen güzel kızların…
Bir lâmba yanıyor hafif ve sarı;
Esmer delikanlı hatıra ve kan.
Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları
Sızıyor bir kapı aralığından;
Lâmbalar yanıyor hafif ve sarı.
Lâmbalar yanıyor hafif ve sarı;
Çocuklara açar mağaraları
Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler.
İlân-ı aşk eden dil balıkları
Aşina suları çabuk terkeder..
Lâmbalar yanıyor hafif ve sarı;
Bakıyor ateşe küle böcekler.
Köpekler parçalar kanaryaları
Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.
Baykuşlar ötüyor harabelerde;
Yanıyor lâmbalar hafif ve sarı.
Bir kaza kurşunu bulur her yerde
Süvarisiz şaha kalkan atları…
Bir ruhun ışığı vardır göklerde
Lâmbalar yanıyor hafif ve sarı;
Ötüyor baykuşlar harabelerde.
Bir lâmba yanıyor hafif ve sarı;
Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer.
Bekledi arzuyla karanlıkları
Anneler babalar erkek kardeşler.
Ta içinde duyar ani bir ağrı
Bir hüzün şarkısı tutturur gider
Anneler babalar erkek kardeşler.
Lâmbalar yanıyor hafif ve sarı;
Her yatak dopdolu bir yatak bomboş.
Bir neşe şarkısı tutturur gider
Birinci ikinci üçüncü sarhoş;
Kurşunlar sıkılır göklere doğru
Serçe yavruları yuvada titrer.
Lâmbalar yanıyor hafif ve sarı…
Bir lâmba yanıyor hafif ve sarı;
İnce yelkenleri alıyor yeller.
Titretir kalpleri ve bayrakları
Gemiden toprağa uzanan eller.
Lâmbalar yanıyor hafif ve sarı
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gizli hazineler su yılanları…
İnce yelkenleri alıyor yeller;
Bir lâmba yanıyor hafif ve sarı.
Beyaz pelerinli hür tayfaları
Kendine bağlıyor siyah kediler;
Titriyor gönüller ve kara bayrak
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gemiden toprağa uzanan eller
Bir lâmba yanıyor hafif ve sarı.
Bir lâmba yanıyor hafif ve sarı
Garip bir yolculuk tren ve Gülce.
Bölüyor bir hançer ah rüyaları:
Bir rüya bir hançer bir el; ve ve ve…
MONA ROZA
Mona Roza siyah güller ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller ak güller
Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek…
Arkeoloklar tarihi buluntuların peşinden tarihi gerçeklere polis dedektifi yöntemleriyle ulaşabilirler.Buldukları gerçekten bilimsel verilerdir. Daha cok gerçeğe yaklaşamak için buldukları objeleri didiklemek vede kurcalamak zorundadırlar.
Oysaki edebiyat arkeolokları yazarları tarafından özellikle gizlenmiş olan kişi ve ya kişilerin peşlerine düşülmesini insan kabül edemezken.Bir de üstüne üslük üretilen eserdeki naif duyguları didikleyip kurcalamış olmuyorlar mı?!
Söz burada saklımızda olan ve saklanması gerekenden vede polislikten açılmışken;
Nazım usta ?CEVİZ AĞACI? şiirinde ustalıkla saklamış. ?Saklımdasın? olanın kendisi de olabileceğini hisederek.
Ve bir ihtiyar bir çeviz ağacına bürünek.
CEVİZ AĞACI
Başım köpük köpük bulut,
içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril.
Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil
Yapraklarım ellerimdir tam yüz bin elim var,
Yüz bin elle dokunurum sana, Istanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir.Şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, Istanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında
NAZIM HİKMET
Aşk güzeldir yaşamasını, yaşatmasını bilene ve yaşayıp acı çekebilene daha başkadır.Mecnun deli olmamış,Ferhat dağları boşuna aşkı için delmemiştir.Aşığın kalbini darmadağan eden maşuk anlamaz ne kadar çok sevildiğini onun için yanıp tutuşan kül olan birinin olduğunu bilmez bilemezde. Aşık biri masum ve saftır sever hemde delicesine, ama maşuk bilmez güler ona alay edercesine. Aşk hayatta hiç bir çıkar beklemeden yaşanan duygudur.Aşk tarif edilemez sadece yaşana bilir bir olgudur. ünlü yazarlarımızdan Atilla İLHAN bosyere MECBUR olmamıs değilmi…
Şiir yazılan kadın, şiir yazan kadın. Hangisi daha çekici? İlk başta her kadın şiir yazılan en azından şiir okunan olmak ister. Daha sonra ise eğer biraz da hayatın farkındaysa kendisine şiir yazılmasını beklemez, artık onu mutlu etmez, kendi de yazmak ister. Asıl mutluluk odur, kendini veya aşkını başkasından değil bizzat kendinden dinlemek… Kendi bakışını hayata yerleştirebilmek… Tüm kadınların kendi şiirlerini yazmaları dileği ile…
Sevdiği adamın sözlerinde kendini şiir olarak görmeyi ne tarih ne din ne de dil reddedebilir.
Bırakın sevdiği adamın şiir yazmasını yazılan şiirleri ona hitaben okuması bile inanın hiç birşeye değişilmez.O yüzden deşmeyin şair kime yazmışsa kalsın öyle.Şair için kime yazdığı önemlidir bizim için kime okuduğumuz boşlukları biz dolduralım.Dokunmayın hece hece dualarımızı edelim.
Onlar şiiri yazarken aşık yazdığı kadın maşuk biz şiiri okurken aşık okuduğumuz adam ise maşuk oluyor.Maşuk olmadan aşık, aşık olmadan şair, şair olmadan şiir olmaz.
Dünya döndükçe aşk olacak.Aşk olacak ki acı olsun.Öyle bir acı ki tarifi çok zor.DNA?larımıza kadar hissederiz acıyı.Öyle bir heycan ki ayaklarımız yere basmaz.Hiç birşey görmez gözlerimiz kör oluruz.Kalp atışları normalin çok üstündedir heycandan heryanımız titrer.Zevki ayrıdır bunların.
Hiç birşey yaşayamadığımız şu ülkede bırakın da aşkımızı kime yazıldığını bilmediğimiz şiirlerle doya doya yaşayalım.
sevgilerimle
“Aşk adamı vurur döne döne vurur döndündükçe vurulursun vuruldukça dönersin”demiş delicesine seven aşık tabi bunu bilemez maşuk..Nazım olmasa Piraye’yi kimbilirdi.
Günümüz şairlerimizin içindeki hisleri kaleme aldıkları zaman farklı dünyalara dalıp onu şifreli bir hale getirip bize sunarlar.
Kimi zaman bunların yaşanmış olup olmadığını düşünürüz.
Aslında yaşanmasa ve hissedilmese bu kadar içten yazılamaz.
Aşığın sevgisi olmadan maşuk ne kadar güzel olursa olsun ne kadar alımlı ve çekici olursa olsun kimsenin kalbinde yer alması imkansızdır.
Aşk denilen şey yasandıkça kıymete biner ve sevgiyle daha çok kıymetlenir.
Aşk olmadan insan için ne yaşamın bir anlamı vardır ne de insan yaşamdan keyif alır. Aşkından divane olanın yanıp tutaşan insanın o içindeki sevgi olmasa maşuğun hiçbir kıymeti yoktur bir anlamda.
Boşuna dememiş Aşık Veysel “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” diye ve yine sanatçılarımızdan Baha’nın dediği gibi “Yaşamayan nasıl bilsin alt tarafı aşk desin Allah kimseye vermesin aşk acısı” diye AMİİİİNNN
sevgilerimle
“Aşıkla, maşuk arasında çok büyük farklar vardır. Sevgili nazlanırsa siz yavarın.
Vaaz Pirinin ilk öğüdü şudur;
Cinsi bozuk insanlarla konuşmaktan çekininiz.
Ben fetvayı veriyorum:
Dünyada gönlü aşk ile diri olmayanın, ölmeden cenaze namazını kılınız…
İşte sevgili dostlar!.. Gönllleri yakan, harebeye çeviren maşuk ve maşukaların yaktıkları ateşler sönmedikçe, dünya hep onların cennet serinliğini ve cehennem ateşinden sıcak kelimelerden oluşmuş destanları hep okuyacaktır…
Aşksız bir dünyanın ne tadı ve ne hükmü vardır…
Abartı mıdır? gerçek midir? Yaşayanlar bilir… Gönlü cayır cayır yanan aşık diyor ki;
Ah! Gönlümdeki bu gizli ateş yok mu? Ah bu gizli ateş ah! Gökteki güneş işte benim gönlümdeki o gizli ateşin bir şubesidir…
Böylesine zevkten azaplar yaşandıkça, daha çoook ölümsüz destanlar okuruz…
Sevgi ve Selamlar